Evlilik aşkı öldürür mü?

Evlilik aşkı öldürür mü?
/ Evlilik

Evlilik aşkı öldürür mü?

“Aşkın ömrü 3 yıldır / Evlilik aşkı öldürüyor, / Aşk evliliği yapanlar mutsuz…” gibi gibi “tespitlerin” arşa ulaştığı, fazla ve gereksiz bilginin bizi yatak odalarımızın içine dek takip ettiği bir dünyada bir ben mi eksik kalacaktım dedim ve ben de müthiş “tespitlerimle” Evlilik aşkı öldürür mü? sorusuna cevap aradığım bu yazımla kafanızın içinde “bol malzemos” bir çorba yapmaya karar verdim.

Belki bir okul kantininde, belki çikolatası çiçeğiyle evinize geldiğinde gördünüz; belki hemen âşık oldunuz, belki de tanıdıkça sevdiniz. Belki yıllarca beklediniz, belki de hemen evlendiniz. Ve evliliğin, “cicim ayları” geçtikten sonra işler birden sarpa sarmaya, keyifli olmayan yerleri gözünüze çarpmaya başladı. Bu kısımdan sonra da ortamlarda kaynana çekiştiren, eşini beğenmeyen biri olup, “forever gıybet” mottosuyla hayatınıza devam ettiniz. Evliliğin öncesi için türlü senaryolar varken, evlendikten sonra ne oluyor da, her bir evlilik tek bir reçeteye mahkum edilip, her evlilikten aynı model kadın ve erkek yaratma telaşına düşülüyor acaba? Yoksa bu da bize sistemin bir oyunu mu?

Bundan tam 14 yıl önce âşık olduğum sevgilimle, 4 yıldır evli biri olarak, -dikkatinizi çekerim, kritik 3 yıl eşiğini aşmışım- yani konuşabilirim, diyebilirim ki; evliliğin kimseyi öldürdüğü falan yok, biz tamamen kendi ellerimizle yok ettiğimiz şeylerin suçunu, sorumluluk almamak adına, yine başkasına atıyoruz. Bence hikâyenin en basit özeti bu şekilde.

Dediğim gibi en basiti, bu işi zorlaştıran faktörler elbette ki var: farklı ailelerde büyümüş olmak ve bunun getirdiği farklı kültürün hayata bakışımızı önemli derecede belirliyor oluşu, yoğun iş hayatı ve en çetrefillisi de ebeveyn olmak.

Dr. Gülcan Özer, ilişkilerin “yedi büyük günahına” değindiği TED konuşmasında, evliliği ebeveynliğe satmayı da büyük günahlar arasında sayıp, ilişkileri ayakta tutan tüm dinamiklerin yerli yerinde durması gerektiğine vurgu yapıyor. İki yıllık ebeveynliğime, dört yıllık da evliliğime dayanarak söyleyebilirim ki, çocuktan sonra ara ara ebeveynlikten çıkıp, eş olduğumuzu da hatırlamak hem gerekli hem de zor. Ama tüm zorluğuna rağmen, denemeye değer.

Çocuğu merkeze alıp, onun etrafında dönen evlilikler, yıllar geçtikçe ve çocuk bağımsızlığını kazanmaya başlayınca ya birbirinden uzaklaşmış ve çocuklar haricinde konuşacak pek bir şeyi kalmamış çiftlerle, ya da eğer cesaret edebilirlerse ayrılıkla sonuçlanıyor. Bizim gibi toplumlarda, birinci seçeneğin çok daha ağır bastığını gözlemliyorum. Peki böyle olmaması için bir yapılacaklar listesi, ya da ne bileyim zorlu lekelere kesin çözüm bulan bir öneri var mıdır bilmiyorum ama şöyle hep birlikte bir beyin fırtınası yapıp çözüme giden birçok yol bulabiliriz diye umuyorum.

Öncelikle, çözüme giden yol veya yolların çiftler tarafından kabul edilmesi, bir taraf çırpınırken, diğer tarafın, “Aman sen de işin mi yok, geçinip gidiyoruz işte” kafasıyla hayatına devam etmemesi bence temel şart. Evliliği ebeveynliğe kaptırmamak için altın kural, karı koca olarak öncelikle bunun farkında olmak, hiçbirini öncelemeden, ikisinin de hayatın bir gerçeği olduğunu bilip, her bir rolün hakkını vererek yaşamak.

Uykusuz geçen bir gecenin sabahında, ağlama krizleriyle geçmiş bir günün sonunda asık suratımızdan, yorgunluğumuzdan ilk nasibini alacak kişi elbette en yakınımızdaki kişi ya da kişiler olacak. O zaman işe ilk önce yakınımızdakilerden başlayıp, böyle zor günlerimizde bizi anlamalarını isteyip, onlardan olayı büyütme ve omzunda ağlama hakkımızı almalıyız. Eve yorgun gelmek, bütün gün çalışmış olmak gibi ifadeler sadece bahanedir ve bütün gün evde çocukla ilgilenen kadına sarılmaya, yorgunluğuna ortak olmaya, gözyaşlarını silmeye engel değildir. Karşılıklı anlayış, bir omuz dayama, bir ‘seni anlıyorum’, yorgunluğa seslerin yükseldiği, sebebi olmayan tartışmalardan çok daha iyi gelecektir. Böyle söylediğimde, “Sen de olaya hep kadınlar tarafından bakıyorsun” gibi serzenişler alıyorum, ama biraz daha dikkatlice baksalar aslında derdimin, ne erkekle ne de kadınla olmadığını, ilişkilerdeki çarpık düzenin, eninde sonunda en azından bir kişiyi mutsuzluğa götürdüğü olduğunu görüyorum. O bir kişi de genelde, düzeni içine sindiremeyen, ama içten içe değiştiremeyeceğine de inanmış “mutluymuş gibi” yaşamaya devam eden kadın tarafında oluyor.

Doğan Cüceloğlu’nun çok güzel örneklerle donattığı kitabına da ismini veren “Mış Gibi Yaşamlardan” bir an evvel kurtulmak için en yakınımızdan, kendimizden başlamak çözüme giden yolda bize müthiş fikirler verecektir. Örneğin, duygularımızdan korkmadan, karşıdaki insanın bizim yaşadığımız durumla ilgili, “Ayıp, olur mu öyle şey, herkes geçiyor bu yollardan” gibi değerlendirmelerini göz ardı edip, iyi ya da kötü fark etmez gerçekliğimizi yansıtmak, bizi mış gibi yaşamaktan kurtaran ilk adım olabilir. Her koşulda güçlü duran, bütün işlerin altından kalkmayı başaran, tek başına çocuk büyüten kadınların yüceltildiği, “mükemmel” olmamanın hastalıklı sayıldığı dünyada, “normalliğini” haykırmak isteyenleri, hunilerini takıp, Bob Dylan’dan It Ain’t Me Babe parçası eşliğinde dansa davet ediyorum:

“Diyorsun ki aradığın kişi
Daima güçlü olmalı, hiç zayıf olmamalı
Haklı da olsan haksız da olsan
Seni hep savunmalı, korumalı
Bütün kapıları açmalı sana
Ama o ben değilim canım
Hayır, hayır, o ben değilim
Aradığın ben değilim canım.”

Mükemmel ya da güçlü olmak uğruna, hem fiziksel hem ruhsal sağlığımızla girdiğimiz savaşın sonunda galip değil, yorgun bir savaşçı olarak hayatımıza devam ediyoruz. Herkes bizi, “Baksana ya ne kadar da mükemmel, her işin üstesinden çabucak geliyor, kimseye ihtiyaç duymuyor” diye pohpohlarken, biz yastığa başımızı koyduğumuzda, tek başımıza ağlıyoruz. Demem o ki, kusursuz olmak uğruna hayatı ıskalamaktan vazgeçmek de çözüme giden yürümesi keyifli yollardan biri olarak önümüzde bekliyor.

İki kişi olarak çıktığımız evlilik yolculuğunda, sonunda yine iki kişi kalınacağını bilip, yatırımı evliliğe yapmanın, bize hem yıllar sonra çocuklar yuvadan uçup gittiğinde yol, su, elektrik olarak geri döneceğine hem de mevcut durumumuzda bizi daha mutlu bir ebeveyn yapacağına olan inancım, etrafımda tanık olduğum ve benim henüz çok başında olduğum evliliklerden geliyor. Evliliğe yatırım yapmaktan kastettiğim, gayrimenkul ortaklığı değil, ortak bir hayat inşası. Hayatımızdaki diğer her şeyi zaman zaman bir kenara bırakıp, o iki kişilik küçük dünyanın, kumdan kale gibi yıkılmaması için, temelini sağlam kayalarla beslemek; aşk, sevgi, saygı, emek, anlayış, merhamet gibi ufak bir sarsıntıda yıkılması zor kayalarla.

İnanın bana kucağınıza verilmiş o tatlı yavrunuzla hiçbir derdim yok, iki yıl öncesinde öyle tatlı bir yumurcak benim kucağıma da verildi ve evet onun gelişiyle dünyam değişti. Ve fakat, ben bu küçük dünyamı on dört yıl öncesinde hayatıma giren sevgilimle kurdum, tırnaklarımızla kazıyarak, şimdi bir çırpıda kenara atılmayı hak etmeyecek güzel duyguları, “Yaşandı bitti onlar, o zamandı, gençlik vardı, şimdi anne baba oldunuz” laflarına kurban etmek istemiyorum.

Çiftleri ebeveyn olduktan sonra bir potada eriten evliliklerin nihai noktada mutluluk getirmediğine üzülerek defalarca şahit oldum. Bu konuda konuşmak için bir otorite değilim, ya da burada yazdıklarımın hiçbiri size uymayabilir, ben kendi küçük dünyamda gördüklerimi yansıtmaya çalışırken, amacım, hayatımızın kıymetli olduğu ve her birimizin ilişkilerinde kendine uyan yöntemi beraberce bulup -bu kimi zaman ayrılıkla da sonuçlansa- iyileşmeye giden yolda yürümeye davetti.

Yorumlar

Yorum Yok

Bu site çerez kullanıyor. Siteye göz atmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.